Hazırlanınız; başka, dâimî bir memlekete gideceksiniz!

Hazırlanınız; başka, dâimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Padişahımızın makarr-ı saltanatına gidip, merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız—eğer güzelce bu fermanı dinleyip itaat etseniz!

Hazırlanınız; başka, dâimî bir memlekete gideceksiniz!

On İkinci Sûret:
Gel, şimdi döneceğiz, şu cemaatlerin reisleriyle ve zâbitleriyle görüşeceğiz ve teçhizâtlarına bakacağız ki; o teçhizât, yalnız o meydandaki kısa bir müddet içinde geçinmek için mi verilmiştir, yahut başka yerde uzun bir saadet hayatı tahsil etmek için mi verilmiştir, görelim. Herkese ve her teçhizâta bakamayız; fakat, numune için şu zâbitin cüzdan ve defterine bakacağız. Bu cüzdanda zâbitin rütbesi, maaşı, vazifesi, matlûbâtı, düstur-u harekâtı vardır. Bak, bu rütbe birkaç günlük için değil, pek uzun bir zaman için verilebilir. “Şu maaşı hazîne-i hâssadan filân tarihte alacaksın” yazılıdır. Halbuki o tarih, çok zaman sonra ve bu meydan kapandıktan sonra gelir. Şu vazife ise; şu muvakkat meydana göre değil, belki padişahın kurbünde dâimî bir saadeti kazanmak için verilmiştir. Şu matlûbât ise, birkaç günlük bu misafirhânede geçinmek için olamaz; belki, uzun ve mesûdâne bir hayat için olabilir. Şu düstur ise, bütün bütün açığa verir ki, cüzdan sahibi başka yere namzeddir, başka âleme çalışır.
Bak şu defterlerde, âletler teçhizâtının sûret-i istimâli ve mesûliyetler vardır. Halbuki, eğer yalnız bu meydandan başka âlî, dâimî bir yer bulunmazsa, şu muhkem defter, o katî cüzdan bütün bütün mânâsız olur. Hem, şu muhterem zâbit ve mükerrem kumandan ve muazzez reis, bütün ahaliden aşağı, herkesten daha bedbaht, daha bîçare, daha zelîl, daha musîbetli, daha fakir, daha zayıf bir derekeye düşer. İşte buna kıyas et; hangi şeye dikkat etsen, şehâdet eder ki, bu fânîden sonra bir bâkî var.
Ey arkadaş! Demek, bu muvakkat memleket bir tarla hükmündedir, bir tâlimgâhtır, bir pazardır. Elbette arkasında bir mahkeme-i kübrâ bir saadet-i uzmâ gelecektir. Eğer bunu inkâr etsen, bütün zâbitlerdeki cüzdanları, defterleri, teçhizâtları, düsturları, belki şu memleketteki bütün intizamâtı, hattâ hükümeti inkâr etmeye mecbur olursun. Ve bütün vâki’ olan icraatın vücudunu tekzib etmek lâzım gelir. O vakit, sana insan ve zîşuur denilmez; Sofestâîlerden daha akılsız olursun.
Sakın zannetme; tebdil-i memleket delilleri bu On İki Sûrete münhasırdır. Belki, had ve hesâba gelmez emâreler, deliller var ki; şu kararsız, mütegayyir memleket, zevâlsiz, müstekar bir memlekete tahvil edilecektir. Hem, had ve hesâba gelmez işaretler, alâmetler var ki; bu ahali, şu muvakkat misafirhânelerden alınacak, saltanatın makarr-ı dâimîsine gönderilecek.
Bâhusus, gel; sana On İki Sûret kuvvetinden daha kuvvetli bir bürhan daha göstereceğim.
İşte gel, bak! Şu uzaktaki görünen cemaat-i azîme içinde, evvel adada gördüğümüz büyük nişan sahibi Yâver-i Ekrem bir tebligâtta bulunuyor; gidelim, dinleyelim. Bak, o parlak Yâver-i Ekrem, bak o yüksekte talik edilmiş Ferman-ı Âzam’ı ahaliye bildiriyor ve diyor ki:
“Hazırlanınız; başka, dâimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Padişahımızın makarr-ı saltanatına gidip, merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız—eğer güzelce bu fermanı dinleyip itaat etseniz! Yoksa, isyan edip dinlemezseniz, müthiş zindanlara atılacaksınız” gibi tebligâtta bulunuyor. Sen de görüyorsun ki, o Ferman-ı Âzam’da öyle i’câzkâr bir turra var ki, hiçbir vecihle kâbil-i taklid değil. Senin gibi sersemlerden başka herkes, o ferman Padişahın fermanı olduğunu katî bilir. Ve o parlak Yâver-i Ekremde öyle nişanlar var ki, senin gibi körlerden başka herkes o zâtı, Padişahın pek doğru tercümân-ı evâmiri olduğunu yakînen anlar.

Acaba o Yâver-i Ekrem o Ferman-ı Âzamla beraber bütün kuvvetiyle dâvâ edip tebliğ ettikleri şu tebdil-i memleket meselesi, hiç kâbil midir ki, îtiraz kabul etsin? Evet, kâbil değil; illâ ki, bütün bu gördüğümüz herşeyi inkâr edesin...
Sözler, Onuncu Söz

LÛ­GAT­ÇE:

makarr-ı saltanat: Saltanat merkezi.
kurb: Yakın.
Sofestâî: Allah’ı kabul etmemek için kâinatı ve kendi varlığını da inkâr eden felsefî düşünce.
Yâver-i Ekrem: Cenâb-ı Hakk’ın emrinde çalışan, en makbul ve cömert memuru [Hz. Muhammed (asm)].

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir